bazen sadece havalandırmanın sesi vardır.
vaazen de bazı havlanmanın kudreti kalır.
genelde babana saydırır sövdürürsün ama o çok uzaktadır.
anana öfkelenir, sümüklenirsin:
sonra kıyamazsın, telefon var ya hani icat öyle bir alo!
o zaman dersin ki
evet, ben de en çok seni sevmiştim ya hay yamolamolahey:
ben hayatta en çok anamı babamı ve bir de arkadaşlarını sevdim ki insandılar!
az önce çocukları gönderdim yani bazısınca elemanları
ki bence saat beş oldu mu herkes evine gitsin
ve kimse kimseye yanlış sözler vermesin
çünkü ben yanlış sözler olmayınca
hele ki
evlerine gidince insanlar huzurla
umutlanıyorum
işleri ev gibi olmasın
bir ben kalayım ki benim evim işim
evim gökyüzü
bir gökdelendeyim hep saat 6
bir kadeh altı
bir kuşlar altı
bir gökyüzü altı
aklımı 15 yıldır esrarına adadığım yeryüzü
kim kalacaktır ki böyle söyle bu senin, böyle şöyle bu serin.
bu senin hangi bıçağın derin?
hangi hastalığın kıracak bizi
hey hangi ayrıcalığın?
babama dedim ki, sırf kadınım.
de mi ondan? demedi ondan. ki dedi he ondan dedi hep ondan:
hep herkese seni ve tüm kardeşlerini örnek gösteriyorum.
içim acımadı değil ama şimdi akşam altı.
ortadoğu, büyük çile, tütün rejisi:
tanımadığım ve tanıdığım Nazım*!
öldür de dirilt bizi. oğluna yaraşır kıl!
Ey dedi Nazım*: Ama ejderhaları öldürmekten geliyordu bu işte bu güleğen,
ve bunu kendine üç kez tekrarladı kahkahasında kat kat ki
Bu güleğen benim soyum, benim tanrım.
Benim kız çocuğum.
* Babamın babasının adı Nazım ve ben onu hiç tanımadım. O bir şair değildi ama çok kitap okurdu.
10 Temmuz 2013
Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır
Bugün içim kanıyor adeta. Düzgün cümle kuramıyorum.
Bir hançer kalbimi oyuyor. Ve bu acıyı susturamıyorum:
"Her yere yetişilir Hiçbir şeye geç kalınmaz ama Çocuğum beni bağışla Ahmet Abi sen de bağışlaBoynu bükük duruyorsam eğer İçimden öyle geldiği için değil Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim İnsan yaşadığı yere benzer O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer Suyunda yüzen balığa Toprağını iten çiçeğe Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine Konyanın beyaz Antebin kırmızı düzlüğüne benzer Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir Denize benzer ki dalgalıdır bakışları Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına Öylesine benzer ki Ve avlularına (Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi) Ve sözlerine (Yani bir cep aynası alım-satımına belki) Ve bir gün birinin adres sormasına benzer Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına Minibüslerine, gecekondularına Hasretine, yalanına benzer Anısı işsizliktir Acısı bilincidir Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan Gülemiyorsun ya, gülmek Bir halk gülüyorsa gülmektir Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi. Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden Dirseğin iskemleye dayalı -- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben -- Cıgara paketinde yazılar resimler Resimler: cezaevleri Resimler: özlem Resimler: eskidenberi Ve bir kaşın yukarı kalkık Sevmen acele Dostluğun çabuk Bakıyorum da simdi O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde. Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi Biz eskiden seninle İstasyonları dolaşırdık bir bir O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar Nazilli kokardı Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen Kadının ütülü patiskalardan bir teni Upuzun boynu Kirpikleri Ve sana Ahmet Abi uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki Sofranı kurardı Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi Çocuklar doğururdu Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi O çocuklar büyüyecek O çocuklar büyüyecek O çocuklar... Bilmezlikten gelme Ahmet Abi Umudu dürt Umutsuzluğu yatıştır Diyeceğim şu ki Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse Çocuklar, kadınlar, erkekler Trenler tıklım tıklım Trenler cepheye giden trenler gibi İşçiler Almanya yolcusu işçiler Kadınlar Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi Ellerinde bavullar, fileler Kolonyalar, su şişeleri, paketler Onlar ki, hepsi Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler Ah güzel Ahmet Abim benim Gördün mü bak Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar Ve dağılmış pazar yerlerine memleket Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile Gelse de Öyle sürekli değil Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün O kadar çabuk O kadar kısa İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri."
18 Haziran 2013
!
Bir de böyle ne etliye ne sütlüye karışayım, hiç saf almayayım, her iki tarafa da ölçülü (!) eleştiriler yapayım ama meydandaki çocuklara bu vahşeti durdurun ve eve dönün çağrısı yapayım diyen ve başka başka laflar eden kafası karışık, egosu kayık, ağzı burnu korkudan yamulmuşlar var.
Güzel ablacım, abicim, söylememe gerek var mı bilmiyorum ama o alandakiler sadece kendisini fildişi kuleye hapsetmiş enteller, tatlısu anarşisti Cihangir yerlileri, kafadan kontakt aktivist üniversite öğrencileri ya da senin en sevdiğin o deyiminle kendi insanını hor gören o "azınlık", o elitistler değildi!
Ve halk sadece Sincan'a ve Kazlıçeşme'ye gelenler değil. Halk, Üsküdar'da, Kasımpaşa'da ve Fatih'te, evet! Ve emin olun ki Üsküdar'daki, Kasımpaşa'daki ve Fatih'deki halk da bu hükümetin zulmüne ve ülkeyi satmak için döndürdüğü türlü dalavere ve istikrar yalanına karşı isyanda.
Gözlerimle gördüm ben bunu.
Bunu görmeyenlerin ve mesafeli yaklaşımlarıyla kör vicdanlarını gizleyen zalimlerin konuşmaya hakkı yok!
Bu yüzden yaşasın zalimler için cehennem!
Güzel ablacım, abicim, söylememe gerek var mı bilmiyorum ama o alandakiler sadece kendisini fildişi kuleye hapsetmiş enteller, tatlısu anarşisti Cihangir yerlileri, kafadan kontakt aktivist üniversite öğrencileri ya da senin en sevdiğin o deyiminle kendi insanını hor gören o "azınlık", o elitistler değildi!
Ve halk sadece Sincan'a ve Kazlıçeşme'ye gelenler değil. Halk, Üsküdar'da, Kasımpaşa'da ve Fatih'te, evet! Ve emin olun ki Üsküdar'daki, Kasımpaşa'daki ve Fatih'deki halk da bu hükümetin zulmüne ve ülkeyi satmak için döndürdüğü türlü dalavere ve istikrar yalanına karşı isyanda.
Gözlerimle gördüm ben bunu.
Bunu görmeyenlerin ve mesafeli yaklaşımlarıyla kör vicdanlarını gizleyen zalimlerin konuşmaya hakkı yok!
Bu yüzden yaşasın zalimler için cehennem!
04 Mart 2013
25 Ocak 2013
Dans les films les héros paraissaient très honnêtes
pour corser mon gin fizz
tu as rajouté un zeste de larmes dans le shaker
tu y as perdu ta chemise
et moi j'ai pris une veste dans l'armoire de ton coeur
yani:
cin fizzimi sertleştirmek için
şeykıra gözyaşı dilimleri katıp
gömleğini içinde kaybettin
kalbinin dolabından aldım ceketimi ben de
yani:
cin fizzimi sertleştirmek için
şeykıra gözyaşı dilimleri katıp
gömleğini içinde kaybettin
kalbinin dolabından aldım ceketimi ben de
13 Ocak 2013
Nedir?
İlk günbatımının hemen ardından söylediklerimiz, bir
yüzyıl sonra da geçerli olabilirdi ve biz, güneşe
boğulmuş bir ilkyaz sabahının ilk saatlerinde, en çalışkan
çiftçilerle yarışarak, zamanı değirmenlerimize çuvallar
dolusu taşıyabilirdik. Bunları düşleyemiyorsak eğer,
anlat bana, nedir aşk?
İlk mektuplarımızla birlikte okumayı sökerdik ve
ellerimizin tutkusu uğruna en yakıcı özlemleri göze
alabilirdik. Sonra geleceği müjdelenmiş yokülkelerin
tapınaklarında beklemek yerine, şimdi ele geçirilmiş bir
gecenin saatlerinde eritebilirdik. Yapamamışsak bunları
eğer,
anlat bana, nedir aşk?
Sabahın ilk dalgaları bizi kumsalda bulmayabilirdi ve
biz, günah çıkartmak için mavi sığınaklarımızı yeğlerdik.
Köpüklü haritalarda yerimizi arayanlar, bir an sonra
haritalarını yitirirler, sonradan, çok sonradan
söylencelerimizle yetinmek zorunda kalırlardı.
olmamışsa söylencelerimiz eğer,
anlat bana, nedir aşk?
A.C. Geçmiş Bir Dua Kitabından
İyi Şeyler 1996
İyi Şeyler 1996
25 Aralık 2012
N'aber?
iç/oturma odası/üçlü kanepe
bu hafta tatildeyim. çok yoğun geçen bir lansman (öhöm) dönemimden sonra misyonumuzu (ehem) tamamlamış olmanın huzuru "paha biçilemez"! (hohoyt!) bu arada eski direktörüm de mesaj atmış, hal hatır soruyor. ben de böylelikle gençliğimin en güzel yıllarını boşuna harcamadığımı düşünüp avunuyorum. bu arada sağdaki kırmızı kanepede de kediler oyun oynuyor.
bugün anneme gittim. herkesi güldürdüm (komiklikler, şakalar) ve sonra da yürüyerek kendi evime geldim. çıktığımda hava kararmıştı.
bundan öncesinde, yani öğleyin, masmavi bir gökyüzünün altında b. ile buluşup 4 kadeh beyaz şarap içip çok büyük sorulara yanıt aradık. bir kaç yanıtı bulduk ancak bazıları henüz olgunlaşmadığı için düşmedi eteklerimize. zamanımız kısıtlı olduğu için daha fazla bekleyemedik ve b.'nin laciverdi sislere bulanmış olan gözlerinin yanından böylece ayrıldım.
bugün gökyüzü maviydi demiştim ya, işte asıl onu anlatmam gerek!
bugün gökyüzü saten bir elbiseydi ve bu elbisenin etekleri dumanlı bir rakı beyazıydı.
bugün o gökyüzünü gördüğümde mutluydum ve beni mutlu eden anları düşündüm.
koşuyolu'dan acıbadem'e çıkmaktı bir tanesi.
gökyüzü ile beraber bir de karar aldım. tatilin sonuna kadar her gün bunlardan bir tanesini daha gerçekleştirecektim.
bu hafta tatildeyim. çok yoğun geçen bir lansman (öhöm) dönemimden sonra misyonumuzu (ehem) tamamlamış olmanın huzuru "paha biçilemez"! (hohoyt!) bu arada eski direktörüm de mesaj atmış, hal hatır soruyor. ben de böylelikle gençliğimin en güzel yıllarını boşuna harcamadığımı düşünüp avunuyorum. bu arada sağdaki kırmızı kanepede de kediler oyun oynuyor.
bugün anneme gittim. herkesi güldürdüm (komiklikler, şakalar) ve sonra da yürüyerek kendi evime geldim. çıktığımda hava kararmıştı.
bundan öncesinde, yani öğleyin, masmavi bir gökyüzünün altında b. ile buluşup 4 kadeh beyaz şarap içip çok büyük sorulara yanıt aradık. bir kaç yanıtı bulduk ancak bazıları henüz olgunlaşmadığı için düşmedi eteklerimize. zamanımız kısıtlı olduğu için daha fazla bekleyemedik ve b.'nin laciverdi sislere bulanmış olan gözlerinin yanından böylece ayrıldım.
bugün gökyüzü maviydi demiştim ya, işte asıl onu anlatmam gerek!
bugün gökyüzü saten bir elbiseydi ve bu elbisenin etekleri dumanlı bir rakı beyazıydı.
bugün o gökyüzünü gördüğümde mutluydum ve beni mutlu eden anları düşündüm.
koşuyolu'dan acıbadem'e çıkmaktı bir tanesi.
gökyüzü ile beraber bir de karar aldım. tatilin sonuna kadar her gün bunlardan bir tanesini daha gerçekleştirecektim.
26 Ekim 2012
önce keşfedeceksiniz.
keşfetmeyi reddederseniz de lanetlenecek ve çok eski bir dua ile sınanacaksınız.
sonra da gerçeğe dönünce en kendi halinizde; işte o zaman yılacaksınız. (kehanetlerimin gerçek olduğunu ancak dualite bilir.)
ayrıca sönümlenecek, yaşlanacak ve öleceğiz. (ki bunu tartışmak lüzumsuz.)
bu arada çok romantik bir yaratıcıya da inancınız olabilir ancak aslolan azot devridir. (belirtmek isterim ki herhangi bir orgazmı cennet sanmak da şirk koşmaktır ve şeytana aittir.)
ölürken aklımızda ne olacağı meçhul ancak ben bunamazsam bir kaç şeyi düşünüp seslendireceğim ve ses uzayda kaybolmaz. o bana kalsın.
aslında sadece bu yüzden bazı şeyleri bir kere söylemiş olman ve/veya olmam da yeterli bezm için.
(günahlarımız boynumda hep.)
ama başka şeyleri merak eden varsa söyleyeyim (ki var), ben bu dünyada en çok olmak istediğim yerlerden birindeyim. ve siz de!
ve evet, biz de keşfettik de bir dua ile sınandık ama biz öyle toprağız, öyle suyuz, öyle havayız ve öyle ateşiz de öyle sonsuz azot devrindeyiz ki kelimelerimizi kıskanırsınız bir çoğunuz. ama bu da çaresizlikten ve açlıktan ki çok yazık herhangi bir şeyin bu kadar aç olması. bu yüzden o şeyler değil de çağ utansın. umarım doyarlar herhangi bir şeyi kanıtlamak istemeden bir gün. umarım gerçekten kendileriyle mutlu olurlar. (umarım yakalarsınız okuduğunuz ve altını çizdiğiniz satırlarda bulduğunuz ve barıştığınız sözcüklerde varlığınızı. en karanlık yanlarınızı umarım öylece kabullenirsiniz. fakat unutmayın ki bunların bir çoğu da ölmeyi gerektirir. ve inanın ki o yol da kolay değil. size hiç söylenmemiştir ama şimdi ben söyleyeyim: kılıçlarım ejdarhaların yüreklerinden geçmiş olsa da hepsinin öyküsünü de dinlemiştir. elbette ki adım da hem zehir. hem panzehir. o en saklı ve kadim ismimi çok az kişi bilir de büyü düşer, muska yanar!)
ve, evet. merak ediyorsanız hatırlatayım. herkes bin kere beni sevdiğini söyler hala bezm için. ve bezm-i alem bilir, kimse benim kadar güzel gülümseyemez havai fişeklerin patladığı o anda: ah, uç uç uç uç sevgilim. ey ölüm, sen de iyi bilirsin. ben her anın tırtılı, her alemin kelebeğiyim. ve onların aklının en hasta yerinden öperim seni hep, hepsini böyle öptüğüm gibi kanat kanat, kıvrım kıvrım.
keşfetmeyi reddederseniz de lanetlenecek ve çok eski bir dua ile sınanacaksınız.
sonra da gerçeğe dönünce en kendi halinizde; işte o zaman yılacaksınız. (kehanetlerimin gerçek olduğunu ancak dualite bilir.)
ayrıca sönümlenecek, yaşlanacak ve öleceğiz. (ki bunu tartışmak lüzumsuz.)
bu arada çok romantik bir yaratıcıya da inancınız olabilir ancak aslolan azot devridir. (belirtmek isterim ki herhangi bir orgazmı cennet sanmak da şirk koşmaktır ve şeytana aittir.)
ölürken aklımızda ne olacağı meçhul ancak ben bunamazsam bir kaç şeyi düşünüp seslendireceğim ve ses uzayda kaybolmaz. o bana kalsın.
aslında sadece bu yüzden bazı şeyleri bir kere söylemiş olman ve/veya olmam da yeterli bezm için.
(günahlarımız boynumda hep.)
ama başka şeyleri merak eden varsa söyleyeyim (ki var), ben bu dünyada en çok olmak istediğim yerlerden birindeyim. ve siz de!
ve evet, biz de keşfettik de bir dua ile sınandık ama biz öyle toprağız, öyle suyuz, öyle havayız ve öyle ateşiz de öyle sonsuz azot devrindeyiz ki kelimelerimizi kıskanırsınız bir çoğunuz. ama bu da çaresizlikten ve açlıktan ki çok yazık herhangi bir şeyin bu kadar aç olması. bu yüzden o şeyler değil de çağ utansın. umarım doyarlar herhangi bir şeyi kanıtlamak istemeden bir gün. umarım gerçekten kendileriyle mutlu olurlar. (umarım yakalarsınız okuduğunuz ve altını çizdiğiniz satırlarda bulduğunuz ve barıştığınız sözcüklerde varlığınızı. en karanlık yanlarınızı umarım öylece kabullenirsiniz. fakat unutmayın ki bunların bir çoğu da ölmeyi gerektirir. ve inanın ki o yol da kolay değil. size hiç söylenmemiştir ama şimdi ben söyleyeyim: kılıçlarım ejdarhaların yüreklerinden geçmiş olsa da hepsinin öyküsünü de dinlemiştir. elbette ki adım da hem zehir. hem panzehir. o en saklı ve kadim ismimi çok az kişi bilir de büyü düşer, muska yanar!)
ve, evet. merak ediyorsanız hatırlatayım. herkes bin kere beni sevdiğini söyler hala bezm için. ve bezm-i alem bilir, kimse benim kadar güzel gülümseyemez havai fişeklerin patladığı o anda: ah, uç uç uç uç sevgilim. ey ölüm, sen de iyi bilirsin. ben her anın tırtılı, her alemin kelebeğiyim. ve onların aklının en hasta yerinden öperim seni hep, hepsini böyle öptüğüm gibi kanat kanat, kıvrım kıvrım.
21 Ekim 2012
Sır
biz bir an büyük sırrı paylaştık. ve sonra öldürelim diye kavga etmedik ama iki gözü ile diğerini kapadık ve her birine üçer kez üfledik ki aklına rüya girsin de rahat uyusun... sonra çalışmaya gittik, sonra bunalmaya, sonra gülüşmeye, sonra sevişmeye, sonra sarılmaya, sonra uyumaya.
diyelim ki şimdi birisi o sırrı en içten haliyle anlamaya çalıştı da çözdü. ama sırrı bulsa da, gördüğü rüyayı asla bilemeyecek. biz onu öyle efsunladık ki her anlamın onbirbinbir resmi, onların da yansıdığı onbirbinbirmilyon ayna var.
18 Ekim 2012
Not
sevgili e,
sana neden çok kızıyorum, biliyor musun? biraz uzun, biraz satürn, biraz da rica. anlatacağım, sabret. hafiften uçuşacağım ama sabrını sınamak gibi bir manyaklık da etmeyeceğim. herkes tarafından bilinir ki sen sabırlısındır ve bu bir çok bağlamda varlığını sürdürme şeklindir. ama bu çoğu zaman bir artı olsa da sabırla sürdürdüğün herhangi bir istikrar da dünyadaki en büyük yalan aslında... düşün bence bunu arada sırada: bu da bir çok şey gibi öğretilmiş, "düzen" için yaratılmış, yalnızca geçici olduğumuzu bize unutturmak için söylenmiş bir başka yalan... neyse, konumuza dönelim. sen hani bir çok şeyi kafanda çok ama çok fazla sorguluyorsun ya. ama sonra sorgulamayı bırakmayı becerdiğin nadir anlardan o sorgu vakitlerine geridöndüğünde ise her bir eski halinden daha beter oluyorsun mesela... bunu ben sana kızıyorum diye gizliyorsun ve ben sana baktıkça bedbahtlığımızın bambaşka bir yansımasını görüyorum. ve sen de bunun için hiç bir şey yapmıyorsun. ayrıca sanırım ben artık yaşlanıyorum ve yorgunum. çok fazla bir umudum da yok. istiyorum ki hiç bir beklentim de kalmasın. arzum da. ki acıdan kurtulayım. ve acının nedenini sorarsan "majör semantik depresyon" derim sana. her şeyin aslında boşunalığında öbeklenen eşsiz anların gizemlerini çözmekten çoktan geldim. evet, hala yıldız tozuyuz. belki bir paralel evrende bi takım daha güzel hadiseler var hatta. ve bunları söylerken şunu da belirtmem lazım. evet, benim güzel bir yaşamım var burada da. ama zaten bunu da yapamasaydım, başka şey kalmazdı. bilirsin ki hep güzel olmasını istedim yaşamın, yaşamlarımızın. hep güzel yaşamaya ve yaşatmaya dikkat ettim. büyüsel gerçekciliğin havuzlarına dalıp, yunuslar gibi oynaştık ak köpüklerle kahkaha rüzgarlarını estirip patara'da sırf bu yüzden. ve tüm bunlar olurken korkunç bir satürn sınavı altındaydım ki hala daha devam ediyor bu oturum. aslında tüm bunları şundan dolayı yazıyorum.
satürn'ü sen yakından tanırsın diye tahmin ediyorum. onunla uygun bir zamanda konuşsan?
Anti-Entropi
Vadinin üstüne turuncu akşam sisi çökeriken, cırcırböcekleri saksağanların çığıltısına eşlik ederiken, deveyi diken, insanı ipe çeken sevilirken, ben hiç görmediğim ninemin mavi gözlerine ve servi boyuna hürmet ederiken ve milyon tane çağrışım benim hatır eşiğimi tıngır mıngır zorlar iken, o yani bizimki, elleri zamanı çoktan geçmiş olan mevsimin geçkin böğürtlenlerinin kırmızı sularıyla lekeli ve halinden memnun bir vaziyette, şu kelimelerin ağır aksak ritmine kapılmış, rahatça ama yavaş, kendine özgü o yoğun devinimle yürüyordu arazinin ucuna. Böceklerin vızıltısı, çığıltısı, ve tıkırtısı, sözünü ettiğimiz kuşların akşam sesleri eşliğinde kekikler ve binbir yabanotunun büyülü kokusunu içine çekeriken, doğanın gizeminin örtük perdesinin aklında kıpırdandığını hissetmiş olduğundan mıdır, yoksa tüm bünyesini kaplayan aylaklığından mıdır bilinmez veya biz bilemedik ama, yürüyordu işte! Kendisine bu gibi eylemler için sual olunmaz, olunsa da öyle bir cevap alınırdı ki elleşmemek daha iyi olduğundan biz soramadık her zamanki gibi. Tek bildiğimiz, o yürürken dağlardan esen rüzgarın serin ve güçlü olduğu; gündüze sarılan o güz güneşinin sıcaklığından eser kalmadığıydı. Karanlığın esrarı doğudan uzanıriken, hafiften uykulara, yataklara, battaniyelere çağrı yapariken, batıda bir şeyler kıpırdanarak uyanıyordu. Karanlık perde pervazlarında oynuyor, kapıların kirişlerinin gölgelerinde duraklıyor, ağaçların yapraklarıyla sevişiyordu ve yine akşam oluyordu. O da bunun içinde olduğundan böğürtlen lekeli yaramaz elleri akşamın yapılmasında emek harcıyor, duru laciverte yapışıyor, turuncu sislere burnunu sokuyordu... Tek fark şuydu aslında: bu sefer köydeydi, vadiye bakan son evin ilerisinde! Bu sefer turuncu sis uydurma değildi, sözü geçen lacivert de betimleyemeyeceğimiz denli duruydu. Çünkü, tüm tasvirlerimizi aldığımız ve kolajladığımız bizim oralardaydık. Koordinatlara bakarsak sadece Samos'un üzerinden yağmur gelen yerde ki, bu olay da çok sık olmadığı için adı "Hey be artık çile!". Başka bir deyişle, Ege dağlarından gelen yağmurun pek ıslak kıldığı, ismi "Yeter be, artık çileme" olan köyün komşusunda, onun az ilerisinde... "Olmak ya da olmamak"ın mesele bile olmadığı yerde. Sadece, "Yağmak ya da yağmamak"ın, salt yağmurun ve onun sade saltanatının en mühim şey olduğu toprak, su ve güneş insanlarının diyarında...
Tepelerin kayalık doruklarında, adını bilemediğimiz başka kuşlar son pikelerini yapıyorlardı. Birazdan karanlık çökecek, o derin, deli, duru ve ulu lacivertler usul usul, doya doya dökülecekti dalları anne ve bilge zeytinlerin, zehirzemberek pembe zakkumların, bu meşelerin, şu çamların ve şu anda gözünün görmediği bereketli ovalarda asil ve yalnız duran o karaağaçların üstüne. Ama aslında tüm bu saydıklarımız -yani ağdalı tasvirlerimiz, sakızlı üslubumuz- şu arazinin ucuna yürüyenin kendisini bulmaya, yakalamaya çalıştığı akşam duygularının yoğunlaşması mıydı? Yani gene boşuna mıydı? Bir gel-geç yahut gel-git hali miydi bu? Bir yere varamayacak mıydı? Hiç bir şey olmayacak mıydı sonunda bu anlattığımız öykümüzün? Elbette ki hayır. Çünkü doğada herşeyin nedeni vardı. Her meyvenin içindeki her tohumun, her yusufçuğun her kanadındaki her parıltının, her aklın içindeki her düşüncenin ışığının, her yazının içindeki her kelimenin... Har içinde kurum tutmuş ruhların özgürleştiği yer burasıydı. Yazı ve arazinin sonu. Şu bulunduğu nokta, menzil, vuslat! Arınma anıydı şimdi pür akşam, sonrasında korkmadığı yıldızlı gece aheste ve karanlığından doğan gül şafak ki öpücük öpücük dökülürdü burada her gündoğumunun yüce anlamı... Kıyıya dik uzanan şu dağlarının eski esintilerle seviştiği denize bağlanan yola bakıyordu. Bakıyordu ve şaşıp kalıyordu: ah ne güzel! Şu dik yükseltilerin kenarında o da uzanır, uzanır, uzanır kalırdı şimdi bıraksalar... Bu dağlarının eski Tanrılar gibi olan bu dik ve vakarlı duruşlarına sahip olmak istiyordu içinde. Bundan olsa gerek arazinin sonuna doğru yürüyor, akşama vararak bir şey arıyordu. Bulacağına emin olduğu bir şeyi aramak, bulduğunda kucaklamak, sarılmak, sarılmak, sarılmak... Kekikler gibi kokmak, incirler gibi şekerlenmek, zeytinler gibi dinlemek esen rüzgarların sesini, menderesler gibi kıvrılmak, akmak, aklaşmak... Dağ gibi, taş gibi, şu ağaçlar ve akşam çöken turuncu sis gibi kendini yeniden hissetmek ve görmek! Büyünün sıradanlaştırılıp, unutturulduğu şehrin uzağında, tüm alımlama ve algılama teorilerinin ötesinde, bu dağ başında kendisini tecrübe etmek, varlığını keşfetmek. Hissedip adlandırmaktan vazgeçmek. Bu sakinlik ve bütünlüğün verdiği huzurun bir parçası olarak eşşizce ve elbette ileride içinde akan suyunun kıyısında taze naneler biten o orman gibi kardeşcesine kendiliğinden varlığından nasiplenmek... Çünkü doğada herşey kendiliğinden oluyordu. Bir kaderden, kahırla ilişkilendirilen alınyazılarından ya da kara yemenili yazgılardan çok bir döngüydü bu oya oya, salkım salkım. Bir şeyin varolması yeterliydi buna katılması için... Uzun zamandır unuttuğu o kendisi de, zincirin bir parçasıydı bu noktada. Bu süregelen çemberin ve onun sonsuzluğunun ortasında saatler, dakikalar ve saniyelerle ölçülen insanın yarattığı yapay zaman kavramının uzağındaydı şimdi. Zaman, kuş seslerinin tonları, incirlerin olgunlaşma zamanı, zeytinlerin kararması, otların kavrulması, böğürtlenlerin silme bastığı dikenli çalıları terketmesiyle ölçülüyordu burada. Yaz bitiyor, güz dönüyor, kış savruluyor, bahar dalları basıyordu... Zaman, şimdi kalbinin atışındaydı, bacaklarının sarı dikenler arasında ustaca kıvrılmasında, ellerinin efsunlu otlarda dolaşmasında... Zaman birbaşınalığındaydı ve bu anda varlığının kaygısını büyütmüyordu durduğu noktada. Fakat, zaman arazinin sonunda, insan elinin ördüğü sınırın ötesinde, bu cennetin bittiği ve başladığı büyülü noktada bambaşka olabiliyor, az önce de belirttiğimiz ve üstüne düştüğümüz gibi yapaylaşıyor, insanın o iktisatlı imalatçı aklıyla biçim değiştiriyordu. Böylelikle de hayat, akılalmaz bir delilikle örülüyor, aynı şu ileride duran dikenli teller gibi üstüne gideni yaralıyor, kanatıyor, parçalıyordu. Kara şehirlerin, yüksek kulelerinde yaşayanlar gözaltları mor ve çökük bir halde, işlerden evlere, evlerden işlere koşturuyorlardı. Uykusuzluğun pençesinde memurluklarını tamamlarken, kıdem tazminatlarının tam bedelini asla ama asla alamıyorlar, korkunç bir hırgür, zavallıca bir boşuboşunalık duygusuyla çerçevelenip, koyu renk bir paspartuda sonsuz hüzünlere ekliyorlardı kendilerini. Gözlerini, ellerini, akıllarını, duygularını, izlenimlerini yani herşeylerini, tek gerçek servetlerini yatırdıkları bankalar olan saatler, dakikalar, saniyelerin ve elbette ki o evlerin ve o işlerin loşluğunda anlamdıramadıkları “ben”lerine dokunamıyorlar, benliklerini asla duyamıyorlar, kendi kendilerini farkedemiyorlar, unutuyor, unutuyor ve unutuyorlardı. Hayatlarını repoya mı yatırmışlardı? Neden bozduramıyorlardı? Zaman kazanmak adına yapılan bunca icat neden daha da zorlaştırıyordu herşeyi? Neden bunalıyorlar, niçin hayatlarını bitmek bilmeyen intiharlara yazıyorlardı? Neden özgürleşemiyorlardı? Neden böyle yabancıydılar? Neden varoluş dizginlenemez bir barbar istilasına dönüşmüştü? Kim başlatmıştı ki bunu? Aden Bahçesi’nden yuvarlanan Adem ve Havva neden şimdi çıplaklıklarından utanıyorlardı? Niçin kendi güzelliğimiz kendimize bu kadar yasaktı, yasaklanmıştı? Ve elbette neden kendimizi bulma çabalarımız her zaman korkunç cezalara varıyordu? Neydi bu kısasa kısas mantığı? Hem neden bu “her şey” yanıtsız kalmış gibi duruyordu? Kelimelerin kabukları neden boşalmıştı? Neden yüreklerimiz böyle boşlanmıştı? Ayrıca bunca sorgu ne diyeydi? Sormak neyi getirirse, o değil miydi yanıtın?
Arazinin sonuna, turuncu sisli akşamı oldura oldura yürüyen bizimki de -şu tesadüfe bakın ki bizimle beraber- bir önceki paragrafta sorduğumuz cevapları bulunamayan aynı sualleri düşünüyordu. Zaten bu yazıyı kurgulayan, parçalayan ve yeniden yaratıp, yeniden yıkan da şehirli bunalımların içinde benliğini, ellerini, aklını unutan ve kaçıran o “kendisi”ydi. Bir yaratıcılık sanrısı ve elbette bu sanrının getirdiği sancının beraberliğinde, çıktığı kısa yürüyüşte şu anda tıkır tıkır üstünde gittiğimiz bu harfleri yanyana getiriyordu. Aradığı şey sadece bir cümle olurdu bu anlarda ve işte buyrunuz, yine olmuştu! Bunca kafa karışıklığından sonra gizemli o tek cümle çıkmıştı ortaya: “Sormak neyi getirirse, odur yanıtın.” Ve herşey ne kadar da basitti şimdi. Bir esriklik duygusuyla şaşkın bir saflık geldi kondu üstüne aniden. Hayretine hayret ekleyerek çevresine baktı. Kuşlar ötüşmelerini çılgınca arttırdılar, ağaçlar daha da yeşillendiler, rüzgar daha dokunur oldu saçlarına. Varlığını okşamaya başlamıştı. Olmuştu. Oldurmuştu. Aradığını bulmuştu ve biliyordu ki bu an her zamanki gibi kısacık kalacak, buna doyamayacaktı. Bunu uzatmak adına, çok önceden gözüne kestirdiği o taşın üstüne oturdu. Yeniyetme romantikliğini delicesine coşkulandıran manzara ortasında, aniden tasvirin pastoral gidişini yüzde beş oranında kirletmeye karar verdi ve bir sigara yaktı. Ayağındaki lastik botlar ve kot pantolonla yüzde iki oranında pislenen idil ve eglop yapı rüzgarda dağılan sigaranın dumanı eşliğinde beklediği denli bozulmadı. Neticede herşey kafasında değildi, doğa ondan ve sigaradan ve lastik botlardan ve giydiği kot pantolondan çok çok çok büyüktü. Oturduğu taşın aslında iki kişilik olduğunu düşündü ve kayanın çıkıntılarına ayaklarını dayayıp dağ başlarında, bunun gibi yalnız duran kayalara yazılması hayal edilen isimleri düşündü. Bir kaya gibi hür ve dayanıklı olan sevgilerden bahsetti kendisine. Umutlardan, hayallerden, güzelliklerden konuştu. Böğürtlenlerin kırmızı sularının çocuk elleri gibi lekelediği ellerine bakınca da onbeş sene öncesine gidip gene bu kayanın üstüne oturdu. Bu onun taşıydı. Dağların arkasına kaçmıştı güneş çoktan ve bu beyaz kaya kaç akşam olsa da, kaç gün geçse de, kaç sene üstüne binip kemiklerini eritse, hafızasını epritse, gözlerini kör etse de onun olacaktı. Hem sormak neyi getirirse, oydu yanıtı... Taşın hemen ötesindeki dikenli telin ardında arazi bitiyor, orman başlıyordu. O yana baktı, sigarasından derin bir nefes aldı. Ormanın ötesindeki yoldan geçen arabaların uğultusu mekanize olmuş büyük kentlerin canavarsı gürültüsünü çok çok çok eskiden dinlenmiş bir ibret hikayesi gibi kulaklarına taşıyordu. Düşündüklerinin hepsini yazacaktı, eğer yazmazsa işte bu beyaz kaya gibi bir taş olsundu. En azından bir işe yarar, iki sevgili üstüne otururdu. Yazmazsa, işte bu şart olsundu... Her şey ama her şey bir masal olsundu. Ne olurdu? Yalvardı içinden: "Ne olur düşsün elmalar da, biz düşmeyelim..."
04 Ekim 2012
Tozlu Defterlerden: "Nothing is Real but the Girl"
şöförün arabayı sonsuza kadar sürmesini istediğin günlerden bir tanesinde, gökyüzüne kılıçlarını çeken uçaklar "en garde!" diyorlardı. gözlerin bir takım çiçeklerin en son hallerini anımsattığından ellerini sadece bahara açıyor, kanatlarını yaza kapıyordun. esneme egzersizlerinden nasibini çokca almış olan ruhun nedensizce -ama alışkın- acımaya başladığında, ekranlardan terasa kaçıyordun. bağıra bağıra konuşuyorlardı: çok işleri vardı. bazen sessiz, bazen sesli küfür ediyordun: senin de işin bitmek bilmiyordu.
işin bitmek bilmezken, kara yüreğindeki mükemmeliyetçi manyak uyanıyor, o ana kadar doldurduğun her hücreden, sisteme girdiğin her veriden şüphe etmene neden oluyordu. sanırım bunu ve benzer ruh bozukluklarını vicdanlarını henüz tamamı ile lekelememiş olan bir çoğumuz paylaşıyordu. çünkü, insanın "gerçek" bir işi olması, bunu yaparken yapayalnız olması, herşeyden haddinden fazla sorumlu olması bazen son derece sinir bozucu olabiliyordu. en önemlisi, eğlenmeye zamanın olmadığı kadar acı çekmeye ve bunalmaya da zamanın kalmıyordu. bütün duygulara lüks vergisi çıkmıştı, çünkü kendini "siktiredip" çalışmak zorundaydın. üstelik bunu kendini "siktiretmediğini" kanıtlamak zorunda olduğun için yapmalıydın. "paradoks"u noksan bırakmamak için bu durumu tekrarlamalıydın...
bu varoluşu sürdürmeye çalışırken aklına olmadık şeyler gelirdi senin: bir hayvan olarak gelincik, bir koku olarak bir şehir, bir hatıra olarak cumartesi ve ne yazık ki kaçıp gidemiyordun ovaya bakan o eve. insanlar her yerde ve caddelerde "o kadar" çoktular: çoğu da engerek yahut çıyandılar. ancak iradenin iyimserliği ayakta tutabilirdi adamı. ama özsaygısını yitirmiş olan birçokları için "irade"nin hükmü kalmamış, herşeyin çivisi çıkmıştı. başından beri kaybettiği çivilerini arayanlardan birisiydin belki ama ama ah duvarlar, ah duvarların tek bir çiviyi bile tutmuyordu. böylelikle parmaklarını klavyelere çakıyordun terslenerek. gözlerini belli gecelerde baykuşlar çalıyordu. bir yerlerden bir şeyleri hatırlamaya çalışırken sorduğun sorular yanlış evlere gidiyordu kimi zaman. korkuyordun. çünkü o evlerde akşam yemeği pişiriyordu düzene ve ekmeğe doymuş olan kadınlar. olamazdın. sen olamazdın. hepsine bu kadar karşıyken mümkün değildi. bu kadar yalandan çıldırmışken, çağ böyle çığlıklar atarken olacak iş değildi. işte, bu yüzden herşeye ve herkese karşı acımasızdın. işte, bu yüzden bu kadar hırçındın. insana inanmıyordun, kimseye güvenmiyordun. kendine aitmiş gibi gözüken ancak onlara dair olan rollerin hepsinden bıkmıştın. oysa kendinin bir yerlerinde dünyanın en güzel ruhunu taşıyor olma ihtimaline vurgundun. ama yıllar geçtikçe daha da çok sıkılmıştın. sıkılıp, sıkılıp yavaşça çıldırmıştın. dünyanın en güzel ruhunu öldürmüş olduğun düşüncesi an be an kara bir gölge gibi tavaf ediyordu artık seni. bunu başkalarının da yaptığı gerçeği ve "yıllar yılı kirlenmemiz" hançer gibi saplanıyordu bir yerlerine. sırf bu yüzden şöför arabayı sonsuza kadar sürsün istiyordun: bu yüzdendi "gitmek" ve "geri dönmemek" isteği.
Tozlu Defterlerden: Bis
Şarkı söylemeyi bırakalı 15 dakika olmuştu. Şimdi genzi hüplettiği viskiden dolayı karıncalı karıncalı yanıyor ama seyirci de "Bis!" diye haykırıyordu.
- Bis! Bis! Bis! Bis! Bis!
Zorla sahneye çıkarttılar. Öksürdü hafifçe ve "Bisbirlikte" bir yıl temenni etti bu çok sesli yeniyıl coşkusuna kapılarak ve yeni şarkısını söyledi. Ama bir yandan da "Deniz kıyısına gitmeliyim ya da yolu denize varacak olan bir kadını takip etmeliyim." diye düşünüp duruyordu kalabalığın korkunç karmaşasından tiksindiği için. Ne zordu işi. O şehirde deniz yoktu.
Sonra bir gün bir bara yine gitti. Bu defa şarkı söylemedi ve böylece bir kadın gördü. Onu takip etmek istedi ve peşinden gitti.
Ancak, denize varamadılar.
Ve, o bir an olsun neden "Bisbirlikte" değil de, "Birbirlikte" demeyi tercih ettiğini hiç düşünmedi.
Bazı hikayeler ancak bu denli derindi.
- Bis! Bis! Bis! Bis! Bis!
Zorla sahneye çıkarttılar. Öksürdü hafifçe ve "Bisbirlikte" bir yıl temenni etti bu çok sesli yeniyıl coşkusuna kapılarak ve yeni şarkısını söyledi. Ama bir yandan da "Deniz kıyısına gitmeliyim ya da yolu denize varacak olan bir kadını takip etmeliyim." diye düşünüp duruyordu kalabalığın korkunç karmaşasından tiksindiği için. Ne zordu işi. O şehirde deniz yoktu.
Sonra bir gün bir bara yine gitti. Bu defa şarkı söylemedi ve böylece bir kadın gördü. Onu takip etmek istedi ve peşinden gitti.
Ancak, denize varamadılar.
Ve, o bir an olsun neden "Bisbirlikte" değil de, "Birbirlikte" demeyi tercih ettiğini hiç düşünmedi.
Bazı hikayeler ancak bu denli derindi.
Nokta
cesaret nihavend değildir ve kendinle ilgili belli bir cehalet de gerektirir. insanların sıkıştıkları yerler farklı olunca; bu sıkışmışlığı tutunamıyor olmanın getirdiği acıya denk koşturup, buna aşk diyebiliriz. ancak farklı yerlere sıkışmış olan insancıkların "bir"likte olması olanaksızdır. ve genel olarak bazılarımız cesur olmak yerine "garantici" olmayı tercih edebilir.
11 Ocak 2012
Sığla
yuvarlak bir havuzdayız. üstümüzde sığla ağaçları.
o, havuzun merdivenlerine oturmuş; su kasıklarına anca ulaşıyor ve ben küçük ellerimle kollarını, sırtını, bir de yüreğinin tam üstünü yıkıyorum. erken bir sonbahar: yapraklar suya dökülüyor...
öyle güzel bir anın içindeyiz ki kahkahalar atıyoruz.
en fazla 4 yaşındayım.
o, havuzun merdivenlerine oturmuş; su kasıklarına anca ulaşıyor ve ben küçük ellerimle kollarını, sırtını, bir de yüreğinin tam üstünü yıkıyorum. erken bir sonbahar: yapraklar suya dökülüyor...
öyle güzel bir anın içindeyiz ki kahkahalar atıyoruz.
en fazla 4 yaşındayım.
02 Ocak 2012
Gün
“Dear Leonard.
To look life in the face.
Always to look life in the face
and to know it for what it is.
At last to know it.
To love it for what
it is, and then, to put it away.
Leonard.
Always the years between us.
Always the years.
Always the love.
Always the hours.”
gün güneşli. ben bugün de muafım kavgadan. fırsat bu fırsat; gittim alışveriş yaptım. kedilere mamaydı asıl amaç. hem akşama e. de gelecekti. belki şarap içeriz diye bir iki çeşit peynir, fümedir, cevizdir neyin aldım. itiraf etmem lazım ki, çarşıya inmeye çok üşendim... havuzun aşağısındaki süpermarkete daldım "hastalıktan yorgun düşmüşüm sanki de, henüz toparlanıyorum" ya da "hasta oluyorum" gibi düşünceler aklıma yapışık: boğazımda ağrı, alnımda bir ateş, bacaklarım ağrılı... ama gün güneşli. istanbul mavi yakalı bir elbise giymiş. gökyüzü bebek mine çiçeklerinin rengi.
yokuşu tırmanırken, bazen bazı şeyleri doğru yapıp yapmadığımı amma da çok sorguladığımı ve bazen doğru olanı yapmamakta neden bu kadar ısrarcı olduğumu düşündüm. bu yüzden nasıl bu kadar çok sustuğumu ve nasıl bu kadar çok konuştuğumu irdeledim. ufak çaptaki bu nevrotik iç konuşmadan itina ile sıyrılarak; güvercinlerin aylak aylak gezindiği meydanın güzelliğine bıraktım kendimi.
bak, çiçekçi her zamanki yerinde. canım pastanemiz, vitrindeki minik çilekli turtalar, marmelatlı kurabiyeler ve otlu çörekleri ile nefis kokularla kuşatıyor köşeden geçeni. aydınlık bir gün; güneşli. yokuşu henüz tamamlamış olmanın getirdiği nefes darlığından kurtulmak için duruyorum yine. sol kürek kemiğimin arkasından aldığım hançer yarasının en eski sancıları hıyanet-i kalbiye ile vataniye hallerinin hatırlanışı ile bu aralar nüksediyor; fakat çok da alıştım artık. önemi yok. önemi olmadığı için, meydandan aşağıya doğru seyirtiyorum; neredeyse kusursuz bir şekilde karşıya geçiyorum. mamayı dönerken alacağım. market öncelikli planım. ve tekrar güvercinler kanatlanıyor. sırtım meydana dönük olsa da duyuyorum kanat seslerini.
eve varınca, hemen kedileri doyuruyorum. en sevdiklerinden aldım. tabii ki "miyav! miyav! miyav!". buzdolabına atıyorum diğerlerini. sonra gidip bir konuşma yapıyorum ve "insan insanı gizledikleriyle boğar." diyor a. hemen de ekliyor: "bir gün l'ye şunu dedim. içimde yeteri kadar gizem var bütün kartlarımı açık oynamak için!" malraux'nun ne dediğini söylüyorum ben de: "zavallı bir sır yığınından başka nedir ki insan?" bu cümlenin üzerine iki laf daha edip susuyoruz. sonra ben tek başıma kaldığım o kusursuz anlarda bulduğum aynalı sandığımdan bu yazıyı çıkarıyorum.
29 Aralık 2011
Fellini'den Kadınlar Şehri: Başlangıç Sahnesi
alifuatpaşaistasyonunu geçen marcello bilecik ormanlarında kaybolabilir bazen.
12 Aralık 2011
An gelir
"görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatli bir bombadır patlar
an gelir
Attila ölür"
Kaydol:
Yorumlar (Atom)


