
Soluk bir ay dolanıyor
kentin üstünde her gece
Her gece bilge bir gezgin
tavrıyla adımlıyor yolunu Okumaya devam et
Sessiz İz
Soluk bir ay dolanıyor
kentin üstünde her gece
Her gece bilge bir gezgin
tavrıyla adımlıyor yolunu Okumaya devam et
Anne ben geldim, üstüm başım
Uzak yolların tozlarıyla perişan
Çoktan paralandı ördüğün kazak
Üzerinde yeşil nakışlar olan
Anne ben geldim, yoruldum artık
Her yolağzında kendime rastlamaktan
Hep acılı, sarhoş ve sarsak
Şiirler çırpıştıran bi adam Okumaya devam et
“Yurttaş olmak” başlıklı yazı dizisine devam etmek ve “Kürt sorunu” gibi sert konularda samimi düşüncelerimi ortaya koymak borcum olsun.
Ancak izin verin bu hafta aynı günlerde çakışan Yeni Yıl’ın, Noel Yortusu’nun ve Kurban Bayramı’nın hakkını vereyim ve nispeten özel, nispeten hafif bir denemeyi siz dostlarla paylaşayım. Okumaya devam et
“mutlu sun baba”
Hokkosu Nora’yı tembihlemiş, o da çocuk ekonomisiyle lafı bu hale getirmiş. “mutlu sun baba”.
Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, göz hizası, parmak ucunda masa hizasına gelen bir peri, bir pazar sabahı, kahvaltı masasında, kelebek elleriyle dürtüp seni böyle “mutlu sun baba” derse, elbette önce “Tanrı’ının bir mesajı mı?” diye düşünürsün. Sonra her fırsatta düştüğün hayal dünyasından çıkar, “Şimdi bizim mutlulukla ne işimiz var dersin, ne demek istiyor bu çocuk”… Okumaya devam et

Farklı ülkelerden geldik ve buradayız, Pablo Neruda’nın koca gölgesinin altında bir arada: Hayır diyen Şili halkına eşlik etmek için buradayız.
Biz de hayır diyoruz.
Paranın ve ölümün övülmesine hayır diyoruz. En çok malı olanın en değerli olduğu, mallara ve insanlara fiyat biçen bir sisteme hayır diyoruz. Silahlara her dakika iki milyon dolar harcayan ve her dakika otuz çocuğu açlıktan ya da iyileştirilebilir hastalıklardan öldüren bir dünyaya hayır diyoruz. Eşyaları korurken insanları yok eden nötron bombası çağımızın mükemmel bir simgesi. Gecenin yıldızlarını askeri hedeflere çeviren katil sistem için insanoğlu bir üretim ve tüketim faktöründen, bir kullanım aracından başka bir şey değil; zaman yalnızca ekonomik kaynak, bütün gezegen suyu son damlasına kadar emilecek bir rant kaynağı. Zenginliği çoğaltmak için yoksulluklar çoğaltılıyor ve diğerlerinin yoksulluğunu çizginin dışında tutmak, bu çok azın zenginliğini gözetmek için silahlar kat kat artıyor, bu arada yalnızlık da kat kat artıyor: Bize ne yiyecek ne de sevecek bir şey veren, çoğunluğu yiyecek açlığına, çok daha fazla kişiyi de kucaklaşma açlığına mahkûm eden bu sisteme hayır diyoruz. Okumaya devam et

Che, Kübalı devrimciler arasında her tür imtiyazdan sakınan birisi olarak tanınıyordu. Kendisine özel karne uygulamalarını, nispeten gösterişli evleri ya da diğer lüks tüketim malzemelerini ahlâki değerleri dolayısıyla reddeden bir örnek olduğunu daha önce belirtmiştim. Karısının ya da çocuklarının bu gibi ayrıcalıkları karşılayabilecek güçleri olsa dahi kabul etmezdi. Bunların hepsi, sadece konuşup durmayan aynı zamanda yapan da birisi olma konusundaki tutarlılığının, onu böylesine saygı uyandıran bir figür yapan tutarlılığının da parçalarıydı. Yazışmalarında, eşi Aleida March da, Che’nin kendisi de onun bir yurtdışı seyahatinden satın almak için söz verdiği bir yüzükten söz ediyorlar. March anılarında, Che’nin bir mektubunda ülkenin yaşamakta olduğu sıkıntılar hâlâ ortadayken böylesine pahalı bir hediyeye para harcama konusunda kendisini bir türlü ikna edemediğini ve bu yüzden üzgün olduğunu yazdığını anlatıyor. Okumaya devam et
Melih’in denize atlamasından yarım saat öncesine dönelim. İskeledeki hareketlenmenin göze batmadığı anlara… Mekândan mekâna geçerken koku ve kostüm değiştiren tatilcilerin dışında kalan bu iki erkek, iskeleyi kendi yerleri belleyerek özerk bir ada haline getirmişti. Orada kalmışlardı. Durmaktan çok kalakalmışlardı. Akşam ışığıyla anbean kararan siluetleri, ancak moteldeki devinimin içinde betimleniyor, betimlenemeyen artıklar motelde olan her şeyin, bardan gelen müziğin, lokantadaki kıpırdamanın, bekledikçe şekerlenen karpuzların niteliğine ekleniyordu. Apaçık görünenle, apaçık söylenenden doğan muamma dokusuna işliyordu motelin. Bütün nitelikler değişirken, İsmail biraları açıp Melih’le arasında kaya gibi duran sessizliğe hamle yaptı. Okumaya devam et
Uzanamadığım lavabolardan, yüksek merdivenlerden, büyük gelen ayakkabılardan, binemediğim tramvaylardan, bitmeyecek gibi gelen koridorlardan, korkunç duvarlı hastanelerden, gıdısı sarkmış ve kırmızı dudak boyalı hemşirelerden, ucuz boyalı sarı saçlarıyla kahreden sıska hemşirelerden, anlayışı bol ve kalantor doktorlardan, sinirli ve sabırsız doktorlardan, yeşil haplardan, pembe haplardan, kırmızı haplardan…
“Eser, Esercim lütfen aç ağzını. Bak, içmen gerekiyor bu hapları. Nükhet Halan ta Londra’lardan buldu getirdi bunları. Neden böyle yapıyorsun? Baban görürse dar eder bize dünyayı bak gene. Eser senin bu yaptığına oyunbozanlık denir. Hadi güzel oğulcum, aç…” Okumaya devam et
(…)
Şu anda tekrar somutlaştırmaya çalıştığım, o zamanlar olduğum kişinin de kendisi, başkalarının inandığı gibi mutlu bir insan olarak kabul edip etmemiş olduğunu ise artık bilmiyorum, çünkü şimdi o maceradan tüm duygularımla çok daha dolu ve tatminkâr bir anlam beklerken geçmişe dönük her türlü değerlendirme bana olanaksız görünüyor. Fakat neredeyse tüm isteklerimin yerine geldiği ve yaşam karşısındaki beklentilerimin karşılıksız kalmadığı o dönemde kendimi hiçbir biçimde mutsuz hissetmemiş olduğumu da kesinlikle söyleyebilirim. Ne var ki kaderin tüm beklentilerimi yerine getirmesi ve benim de bunun ötesinde hiçbir şey talep etmeyişim bir alışkanlık haline geldiğinden bu hal giderek yaşamımda bir heyecan eksikliğine ve cansızlaşmaya yol açtı. Okumaya devam et


“Gidenler nerde kaldılar, özledim gülüşlerini / Bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki”

18.
Ben yalnızlığı sensizlik sanmıştım her keresinde.
Tenler coğrafyası alışkanlıkla geçiliyordu o vakitler.
Sevişmeler tek başına değildi henüz;
her dudakta bir toplum nefes alıyordu,
her bakış pencereler kadardı
ve her dokunuş dokunuşlardan kopmuş
küçük bir bağıştı;
adı vardı sevişmenin,
mühürlenmiş rengi sonra,
tanrısı,
hep vardı. Okumaya devam et

Çağın en karmaşık yerinde durduk
biri bizi yazsın, kendimiz değilse
kim yazacak
sustukça köreldi
kaba günü yonttuğumuz ince bıçak Okumaya devam et

S e s s i z a k a n s u l a r a g a z e l
Ah işte her şey orda…
Ben severim omuzlarımı bir gün
Sırmaları, apoletleri olmasa da.
Ben severim omuzlarımı bir gün
Göçen bir maden direğinin altında Okumaya devam et
Şimdi bir peygamber gelse de bir ayet okusa bin tane de dinlemek, bir doğruyu söylese “Öyle değil aslı budur,” diyenleri işitmek, bir şifalı içecek sunsa birden içine birisinin zencefil de ilave edip “Böylesi daha faydalı,” dediğini dünya gözüyle görmek, duymak zorunda. Peygamberliğin bittiği yerde ne başlar? Okumaya devam et
Sizin diye bildiğiniz evlâtlar gerçekte sizlerin değildirler,
Onlar kendisini özleyen Hayat’ın oğulları ve kızlarıdır.
Sizler aracılığıyla dünyaya gelmişlerdir ama sizden değildirler.
Sizlerin yanındadırlar ama sizlerin malı değildirler.
Onlara sevginizi verebilirsiniz ama düşüncelerinizi asla.
Çünkü onların kendi düşünceleri vardır.
Onların bedenlerini barındırabilirsiniz (çalabilirsiniz)
ama ruhlarını (canlarını) asla.
Çünkü onların ruhları geleceğin saraylarında oturur
ve sizler düşlerinizde bile orayı ziyaret edemezsiniz.
Kendinizi onlara benzetmeye çalışabilirsiniz
ama onları kendinize benzetmeye kalkışmayın hiç.
Çünkü Hayat ne geriye gider, ne de geçmişle ilgilenir.
Sizler, evlatların birer canlı ok gibi fırlatıldıkları yaylarsınız.
Yayı geren, sonsuza açılan yolda kendine bir hedef edinmiştir
ve oklarını en uzağa eriştirebilmek için kendi gücüyle sizleri gerer.
Yayı gerenin elinde seve seve bükülün.
Çünkü oku atan O güç,
uzaklaşan okları sevdiği kadar elindeki sağlam yayı da sever.
HALİL CİBRAN

“İnsan inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar da yapabilir.”
Dudaklarım gerisin geriye çekildi; ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı ve ‘hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi’ dediği zamanlarda bekledim seni; gözlerimi kapadım. Bekledim. Beklerken, özlemenin hangi geçitleri geçilmez kıldığını, hangi duyguların insanı hayata kazandırdığını, basite indirgenmiş hüzünlerin geceleri dinlenmeye müsait şarkılarla şahlandığını anlatamadım. Evet, bilmiyordum. Bilmiyordum, kelimelerden arınmış bir cümle kurar gibi sevişmeyi. Sevişirken sözlük kullanıyordum hala. Ama, seni seviyordum. Ve sevdiğimi, sevgimi anlatma telaşıyla hata üstüne hata yapıyordum sana. Sana yaklaşamıyordum. Yasaklanmıştın adeta. Çiğnemeye çalıştığım yasak olsan da, uzak dursan da, o korkunç şeklini korusan da, fark etmiyordu hiçbir şey. Küçük bir ateş. Küçücük bir ateştin sen. Sönmekten ürken bir ateş. Bir su damlasıyla bütün görkemini kaybedebilecek bir ateş. Aşkın mecali kalmamıştı. Sessizce sokuldum yanına. Acıyla irkildin. Gülümsedim. Gülümsememe anlam veremedin elbette. Kimdi bu? Ne istiyordu? Tanımadığın biri. Hatıralarını darmadağın etmeyi planlamış bir yabancı. Fuzuli bir beden, karşındaki. Usulca uzandım,
Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm. Okumaya devam et

alnını
dağ ateşiyle ısıtan
yüzünü
kanla yıkayan dostum
senin
uyurken dudağında gülümseyen bordo gül
benim kalbimi harmanlayan isyan olsun
şimdi dingin gövdende
uğultuyla büyüyen sessizlik
bir gün benim elimde
patlamaya sabırsız mavzer olsun Okumaya devam et
eldivenleri ertele, ellerin kar görsün
korkma buralarda ısırgan büyümez şubat ortası Okumaya devam et
2015 | 33.959 ziyaretçiden 57.963 görüntüleme
ben kışın güzelliğini söylerim ne gelirse dilime Okumaya devam et

Epikuros, Atina’daki bahçesinde korkulara karşı konuşmalar yapardı. Tanrılardan, ölümden, acıdan ve başarısızlıktan korkmaya karşı konuşmalar.
SİLAHLIM BENİM
Juan Antonio Medina evinde oturmuş televizyon izliyordu.
Reklamlardan, ona göre, asla doğru dürüst bir fikir çıkmazdı, ama hiç de kötü olmayan bir cümleyle açılan bir reklam duydu:
“Sevdalı kadın, güvenli kadındır.”
Takip eden görüntüler küçük revolver ve tabancalar, sustalı bıçaklar, düşmanı yere yıkıp işini bitiren tozlar ve zor zamanlar için bayanın çantasına uygun ebatta başka taşınabilir aletler.
O zaman Juan Antonio yanlış duyduğunu fark etti. Reklam şöyle demişti:
“Silahlı kadın, güvenli kadındır.” Okumaya devam et

Van denizinde Gevaş’ta
Adı Sebo, kara bir oğlanla
Yine görüşelim deyip ayrılıyoruz Okumaya devam et

Sevgilim,
Bak geçip gidiyor zaman,
Aşındırarak bütün güzel duyguları,
Bir yarım umuttur elimizde kalan,
Göğüslemek için karanlık yarınları,
Bu kekre dünyada,
Yazık, geçit yok aşka,
Birşey yok,
Paylaşacak, acıdan başka.
METİN ALTIOK

“yüzün geçti bu görüntü yeter dünyaya”
İlhan Berk
“Keder bizi keskinleştiriyor,” diyor Leonard Cohen ve bütün kederli insanlar gibi gülümsedi mi çok güzel gülümsüyor.
View original post 604 kelime daha
canı cehenneme rahat uyuyanın
kapısını örtenin perdesini çekenin
yüreği yalnız kendiyle dolu olanın
duvarları ancak çarpınca görenin
canı cehenneme başkasının yangınıyla
evini ısıtıp yemeğini pişirenin. Okumaya devam et
Aşksız ve paramparçaydı yaşam
bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! Okumaya devam et
Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,
dalga dalga aydınlık oldular,
yürüdüler karanlığın üstüne.
Meydanları zapt ettiler yine. Okumaya devam et
Günlerimi, babamın öldüğü gerçeğini kavramaya çalışarak geçiriyorum.
Ölümle babamı birlikte algılayamıyorum.
Halbuki ölürken yanındaydım.
Zeynep’le Mehmet elini öpmüşlerdi.
En son ben gelmiştim.
Yüzüne bakmıştım, huzurlu ve sakindi.
Son zamanlarda çok zayıfladığı için parmaklarının üstündeki kılcal damarların kabarıp görünür olduğu elini öpmüştüm, kendimi tutmaya çalışmama rağmen küçük bir dal kırılır gibi bir ses çıkmıştı dudaklarımdan. Okumaya devam et
Bana kanlı mühürler kaldı
O tarih tacirinden
Uçurumlar çığlıklar ve ölüm tarifleri Okumaya devam et
yol ıslanmasın diye
şemsiye açanlara…
baba bana bağırma
bülbülleri kaçırdın ormanlarımdan Okumaya devam et
Artık anlaşılıyor ki ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan.
Torunlarımıza bırakmayı hayal ettiğimiz ülke bu değildi. Gene de bir hayal kırıklığı yaşamıyorum. Menzil-i maksuda ulaşılamasa da çok yol katettik.
Bir ömür, sadece amaca ulaşmak için harcanmaz. O amaca doğru atılacak bir iki adıma yardımcı olmak için de harcanır.
Yaralı bir devi ayaklarının üstüne koyabilmek için kuşak kuşak o devi sırtımızda taşıdık. Yaralarının iyileşeceğine, o devin ayaklarının üstünde duracağına olan inancımı hiç kaybetmedim. Bir gün bu ülke ayaklarının üstünde duracak. O zaman da, masaldaki gibi “sihirli kedinin çizmelerini” giyerek amacına doğru uçarak gidecek.
Biz torunlarımıza istediğimiz ülkeyi bırakamıyoruz.
Ama siz uğraşırsanız, mücadeleden vazgeçmezseniz, dünyadan ayrılırken “torunlarımıza istediğimiz ülkeyi bırakıyoruz” deme mutluluğunu siz tadabilirsiniz.
Hayallerinizden, ümitlerinizden, mücadelenizden vazgeçmeyin.
Amacınıza ulaşamazsanız da, bu amacı gelecek kuşaklara devretseniz de, kozmosla son hesaplaşmanızda, “daha iyi bir dünya için biz de fena mücadele etmedik” diyebilirsiniz.
Bu da az şey değildir. Buruk da olsa, yorgun gözlerinizde bir tebessüm yaratır.
O tebessümlerin çoğalması da elbet bir gün kurtarır bu ülkeyi.
Enseyi karartmayın.
ÇETİN ALTAN
24 Haziran 2015, Cumhuriyet
Bir tılsımı olmalı hayatın. Genç kızların telefon bekleyişlerinde vardır o tılsım. Birbirleriyle fısıl fısıl konuşmalarında:
– Önce elimi tuttu, sonra yavaşça kendisine doğru çekti…
O sırdaşlık. O iki sırdaş arasındaki on altı, on yedi yaş konuşmaları… Hayatın tılsımı tıp tıp tıp attırır yüreklerini; kahkahaları başka türlü, saç taramaları başka türlü; anneyle ortak, babaya söyledikleri yalan başka türlüdür.
***
Ya delikanlıların henüz bir yıllık tiryakiyken, efkarlı içtikleri ilk paket. Bir şey oturmaz içlerinde. Bir kız seviyorlardır. Gerçi kız da seviyordur kendilerini. Ama… Hayatın bir tılsımı vardır o “ama”da… Yüzde yüz kendilerinden geçerek bakarlar gerçekten sevdiklerinin yüzlerine… Öylesine bakarlar ki, bir daha hiç öyle bakamayacaklardır. Okumaya devam et
14-15 Temmuz 2008
Sevgili Paul,
Dostlukları, nasıl kurulduklarını, -bazılarının- böylesine uzun, kimi zaman (yanlış bir tanımla) açığa vurulmamış bir biçimi olarak yorumlandıkları tutkusal bağlardan da daha uzun sürmelerinin nedenini düşünüyordum. Okumaya devam et
Çok, çok eski zamanlarda, bundan yüz milyonlarca yıl evvel, dünyamız henüz bilginlerin “ikinci devir” adını verdikleri çağlarda iken, yeryüzünde birtakım kocaman, korkunç devler yaşamakta idi. Bugün bildiğimiz hayvanların çoğu o zamanlar daha ortada yoktu. Okumaya devam et
Müslümanların kafasında, Muhammed düşüncesi dinle o kadar sıkı sıkıya bağlantılıdır ki, Hz. İsa onların Cennet’te Muhammed’i kişileştiren biri tarafından yönetilmesini buyurmuştur. Bu temsilci her zaman aynı kişi olmaz. Okumaya devam et
Nar, çocukluğumuzdu. Büyüdüğümüzde bile. Büyüyünce çocukluğumuzu yitirmemek için nar gerekirdi. Ben bir kez hatırlıyorum, başıma gökten bir nar düşmüştü. Onu elime alıp sevmiştim, çocukluğumu sever gibi. İki nar, iki arkadaş: Küçük kız çocuğu ile küçük oğlan çocuğu. Bakmaya, dokunmaya doyamazsın. Hem böyle bir nar görülmemiştir, hem iki açık nar tanesi, hem de içimizden gelenlerin, geçenlerin ve dahi geçeceklerin hayalhanesi. Nar sebepsiz değildir, nar içinden dışına doğru binlerce sebep taşır ki, birini bile elden düşerseniz nar kırılır. Okumaya devam et
Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana. Her zamanki şakacı, alaycı havasını takınarak, kendisinden sonra, yani ölümünden sonra onları okumamı istediğini söyleyiverdi.
“Bir bak bakalım,” dedi hafifçe utanarak, “işe yarar bir şey var mı içlerinde. Belki benden sonra seçer, yayımlarsın.”
Benim yazıhanemde, kitaplar arasındaydık. Babam acı verici çok özel bir yükten kurtulmak isteyen biri gibi, bavulunu nereye koyacağını bilemeden yazıhanemde bakınarak dolandı. Sonra elindeki şeyi dikkat çekmeyen bir köşeye usulca bıraktı. İkimizi de utandıran bu unutulmaz an biter bitmez ikimiz de her zamanki rollerimize, hayatı daha hafiften alan, şakacı, alaycı kimliklerimize (personas) geri dönerek rahatladık. Her zamanki gibi havadan sudan, hayattan, Türkiye’nin bitip tükenmez siyasi dertlerinden ve babamın çoğu başarısızlıkla sonuçlanan işlerinden, çok da fazla kederlenmeden, söz ettik. Okumaya devam et
Çocuktum, galiba ilkokul öğrencisiydim. Bir kış akşamıydı. Bilmiyorum hangi vesileyle, annem Nâzım Hikmet’le ilgili kendi küçük hikâyesini anlatmıştı bana: Okumaya devam et

(Fotoğraf: Seda Öz) “Dışarıdaki delilerin” çektiği fotoğrafları “içerideki delilere” yolladık, Onlar da bu fotoğraflara öyküler yazdı. Yazılan öyküler birikti ve kıyıya vurmaya başladı. Ve hapsedildiklerinde bile düşlerini, umutlarını, gülüşlerini yitirmeyen özgür dalgalar, dışarıdaki delilerin de rüzgârıyla kıyılarımıza bıraktı öykülerini. Böylece şu an elimizde tuttuğunuz “Kıyıya Vuran Dalgalar” oluştu. (BKZ- Dipnotlar.)
Yavru bir köpek gibi inliyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse biraz da abartıyorum, benimle ilgilensinler diye. Oda karanlık, perdeler de kapalı olduğundan içeri hiçbir ışık sızmıyor, gece katlanarak karanlığa boğuluyor. Buna alışık olmam gerek biliyorum, ama alışamıyorum. İniltilerim kardeşlerimin horlamalarına, nefes alışverişlerine karışıyor. Her gece aynı. Annem ve babam diğer odada yatarken kardeşlerimle ben aynı odada yerde yatıyoruz. Evin en küçüğü ben olduğumdan gece üzerimi örtecek yorganı zar zor buluyorum. Hasta olduğumdan kaç gündür ortalarda yatıyorum, bu avantaj mı dezavantaj mı bir şey diyemeyeceğim. Öyle ki bazen nefes almakta zorlandığım oluyor. Abartılı inlemenin bir nedeni de bu. Uyansınlar ki biraz açılsınlar, nefes alayım. Ama asıl neden karanlıktan korkuyor olmam. Okumaya devam et
Sancılı on yıllardan çıkmış ulusun tarihinde çok önemli bir ak gündür 23 Nisan. Okumaya devam et
Sonra laf nereden geldi bilmiyorum, belki de bir gün önce izlediğim o haberlerdeki ölüm görüntülerinden etkilendiğimden, yıllarca önce özellikle solcuların arasında dilden dile dolaşan gerçek bir hikâye anlattım ona. (…)
Askeri darbeden sonra işkenceleriyle ünlenen doğu hapishanelerinden birinde, mahkûmların önemli bir kısmının aileleriyle ve yakınlarıyla görüşmeleri yasaklanmıştı. Okumaya devam et
Padişahla karısının bir türlü çocuğu olmuyormuş, ne yapmışlarsa bir türlü bir çocuk sahibi olamamışlar. Bir gün yaşlı, uzun sakalları olan beyaz bir adam saraya konuk gelmiş, padişah adamı çok sevip akşam yemeğine alıkoymuş. Yemekten sonra sakallı ihtiyar “Galiba sizin meyveniz yok,” demiş. Padişah hemen atılmış, “Her meyveden var, ne istersiniz?” demiş. “Yok,” demiş ihtiyar, “onu söylemiyorum, Okumaya devam et